Para kazanmak ile ilgili hayli ünlü olmuş şu hikayeyi bilirsiniz; Amerikalı bir iş adamının yolu Meksika’da bir sahil kasabasına düşer. Kasabanın balıkçılarından biriyle sohbete girerler. Balıkçının kayığının içinde yeni tutulmuş birkaç balık bulunmaktadır. Amerikalı iş adamı, balıkların iriliğinden dolayı balıkçıyı över ve bu balıkları ne kadar sürede yakaladığını sorar.
-Fazla sürmedi bayım.
-Öyleyse neden daha fazla denizde kalıp, daha çok balık tutmadın?
-Bu kadarı bugün için aileme ve bana yeter.
-Peki kalan zamanını nasıl geçirirsin?
-Sabahları geç kalkarım, birkaç balık tutarım. Sonra çocuklarımla oynar, öğleden sonra da eşimle biraz şekerleme yaparım. Akşamları kasabaya inerek amigolarla bir şeyler içip gitar çalarız. Böylece hayatı dolu dolu, keyifle yaşarım.
Bu hayatı yetersiz bulan işadamı balıkçıya ders vermeye başlar;
-Ben Harvard mezunuyum, sana yardımım dokunabilir. Daha çok kazanmak için her şeyden önce daha fazla balık tutmalısın.
Balıkçı hayretle, Niçin? diye sorar
-Artan balıkları satıp, para kazanmak için.
-Sonra senyör?
– Daha çok para kazanmak önünü açar, kendine daha büyük bir tekne alırsın. Daha büyük tekneyle daha çok balık tutar ve böylece daha çok para kazanırsın. İş ilerledikçe başka tekneler alır, bir filo kurarsın. Sonra balıkları işlemek için kendin konserve tesisleri kurarsın. Böylece kazancın önemli bir kısmını başkalarına kaptırmamış olursun. Para kazanmak senin için çocuk oyuncağı olur.
-Sonra senyör?
-Tabii, bütün bu işleri böyle küçük bir sahil kasabasından yürütemezsin. Los Angeles veya New York gibi büyük bir dünya kentine yaşayarak Kazanma Vizyonunu arttırmalısın. Yeteri kadar büyüyünce de halka açılır, hisse senetlerini satarsın. Çok daha zengin olursun. Milyonlarca doların olur.
-Sonra senyör?
-Bu kadar para kazandıktan sonra çalışmana hiç gerek kalmaz. Emekliye ayrılır, bir sahil kasabasına yerleşir kafanı dinlersin. Sabah erkenden kalkmak zorunda olmadan balık tutar, çocuklarınla oynar, öğlenleri şekerleme yapar, akşamları da amigolarla bir şeyler içip gitar çalarsın.
Balıkçı şöyle der;
-Bu yolun sonu zaten benim yaşadığım hayata gitmiyor mu Senyör?
Bizler de tıpkı bu hikayede olduğu gibi, bu dayatmalarla yaşıyoruz çoğu zaman. Rahata kavuşmak için çok efor sarf etmemiz gerektiği, konfora giden yolun nedense hep uzun ve karmaşık olması gerektiği aşılanıyor. Koşuşturma, zorluk, stres, gerilim, kargaşa, rekabet gibi kavramlar olmadan devam ettirilen bir hayatın sanki yaşanmamış, boşa geçen, emek verilmeyen bir hayat olduğuna inanılıyor. Rahat olmak ya da kazancı kolay yollardan sağlamak sanki bir günah gibi..!
Eee nasıl gidiyor? diye sorduğumuzda ‘Ne olsun, koşturuyoruz işte’ cevabı en çok aldığımız cevaplardan değil mi? Sanki koşturmak pek matah bir şeymiş gibi..! Engellerle debeleniyor, bunları koşturarak çözümlemeye çalışıyor olmak ve çevredeki insanlara bu yoğunluğu-koşturmacayı yansıtmak kimilerine kendini iyi hissettiriyor nedense.
Ne işler/işletmeler gördüm telefonları gün boyunca sadece 1-2 kez çalıp, sükunet içinde işlerini yaparken çok kazanmakta olan ve ne firmalar gördüm hep bir koşturmaca ve yoğunluk halinde ama işin sonunda kendi iflas dosyalarını hazırlamak zorunda kalan..
‘Eğer işiniz başka hiçbir şeye zaman bırakmayacak kadar yoğunsa, yanlış giden bir şeyler var demektir’ demiş aforizmalarıyla ünlü William J. H. Boetcker.
Daha kaliteli, daha konforlu bir yaşama ulaşmak için çalışırken bir bakmışız sadece iş için çalışır hale gelmişiz. Bu süreçte iş hayatı yerinde durmuyor tabi, bizleri girdabında savurmaya başlıyor. Girdabın ne kadar farkında değilsek, iş hastalığına o kadar yakalanmışız demektir.
Semptomları şöyle;
-Daha az okumak,
-Hobilerimizle daha az ilgilenmek, belki de hiç ilgilenmemek,
-Sevdiklerimizle daha az vakit geçirmek,
-Sabahları dayak yemiş gibi uyanmak,
-Daha az gülmek, asık suratla dolaştığının farkında olmamak,
-İşe giderken giyilecek kıyafeti seçerken isteksiz ve özensiz olmak,
-Birçok şeye olan isteği kaybetmek, amaçsız çalışıyor olduğunuzu fark etmek…
Bu semptomlar kişilere göre değişken olsa da çoğunlukla benzer semptomlar görülüyor.
‘Paranın öldürdüğü ruh, kılıcın öldürdüğü bedenden fazladır’ diyen Walter Scott iş ve para dünyasının gerçek durumunu ne de güzel özetlemiş değil mi? Fakat ben bu cümleyi ‘Para kazanma çabasındaki yanlış yöntemlerin öldürdüğü ruh, kılıcın öldürdüğü bedenden fazladır’ şeklinde revize etmeyi uygun görüyorum. Çünkü kazanca giden yolda eğer doğru yöntemler uygulanıyorsa elde edilen bu kazanç insanı öldürmez, aksine güldürür.
İçinde yaşadığımız sistemin bizlere aşıladığı ırgat zihniyetinden kurtulmak gerek. Hayatımıza istediğimiz konforu getirebilmek için, kendimizi bu denli hırpalamak ya da birilerinin bizleri hırpalamasına müsaade etmek zorunda olduğumuz inancını kırmak iyi bir başlangıç. Şahsen, hırpalanmaktan kurtulma hikayem bu zihinsel değişimimle başlamıştı.
İnsanın, hayatını düzenlerken kendisine hangi soruları soracağını bilmesinin en önemli yapı taşı olduğuna inanırım. Doğru soruları sorar ve bunların cevapları peşinde koşarsanız hayatınızda inanılmaz değişimler yaşıyorsunuz. Aradığınız cevap bazen bir filmde, bazen bir kitapta, bazen bir dükkan tabelasında, bazen yaşanmış bir hikayede kendini gösteriveriyor. Bu bir sihir değil..! Sadece odaklandığınız şeyleri görmeye başlamanızla alakalı bir durum. Sorduğunuz soru sizi odağa çekiyor, algılarınız o yönde çalışmaya başlıyor ve hiç ummadığınız anda/şekilde cevapları görmeye başlıyorsunuz.
Hayatınıza konfor getirmek, kazanmak, yaşamınızda ideal şartları şekillendirmek, para kazanmak ve sizin için iyi olacak ne varsa bunlar illaki zor elde edilmek durumunda değil. Her şeyin kolay bir yolu var ve siz zihninizde bu konuya ağırlık vermeye başladığınızda aklınızda yeşerecek fikirlere inanamayacaksınız…
Belki de; Hayatın içinde zaten var olan fakat dünya nüfusu düşünüldüğünde pek az kişinin keşfetmiş olduğu kazanç kapılarını aralamanıza çok az kalmıştır. Kim bilir..!